25 Haziran 2012 Pazartesi

Türk Tarihi ve Sosyolojimiz / Prof. Dr. Baykan Sezer

Türkiye’de daha sosyoloji çalışmalarının başlangıcında Batı açıklamalarının ve sosyoloji öğretilerinin yetersizliği duyulmuş ve tarih ile sosyoloji ilişkisi sosyolojimizin en önemli sorunu olarak kalmıştır. Sosyolojimizin tarihle ilişki kurma ve tarih bilgisini kullanma çabasına rağmen bu ilişki yakınlaşma ve yapıştırma ile sınırlı kalmıştır. Bu çalışmalar genel sonuçlara, sosyolojide kullanılmaya hazır bilgilere dönüşmemiştir. Türk sosyolojisinin tarih ile ilişkilerinin düzenlenmesi ve bu ilişkilerin alacağı biçim konusu günümüzde de önemini sürdürmektedir. Sosyoloji ile Türk tarihi arasındaki ilişkiyi temel ve zorunlu bir ilişki olduğu için önemsiyoruz. Türk tarihinin incelenmesi iki açıdan önemlidir. Birincisi mevcut tarih açıklama ve kavramları tüm ülke tarihlerini kapsamamaktadır. Bu eksiklik, en açık biçimde Türk tarihinin ele alınmasında görülmektedir. Geleneksel ve Batı kaynaklı tarih açıklamalarının tüm toplumları kapsamadığının başka örnekleri de vardır. Söz gelişi Çin tarihi için de aynı şey söylenebilir. Ancak Türk tarihinin önemli bir farklılığı ve üstünlüğü bulunmaktadır. Sosyolojimiz bu nedenle Türk tarihi üzerinde çok daha özen ve önemle durmalıdır. Türk tarihi bilinen açıklamaları aşan, daha geniş kapsamlı bir açıklamaya izin vermektedir. Ayrıca bu yeni açıklama, bilinen açıklamaları aşacağı için elbette yeni kavramlar ve yeni bir yaklaşım biçimini de gerektirecektir. Bu yeni yaklaşım biçimi aynı anda yeni açıklamanın da zorunlu ön koşuludur. Açıklamaya ulaşmadan önce yeni kavram ve yaklaşım biçimlerine sahip olunmalıdır. Bu bilinen açıklamaları aşan, onları kapsayan yeni yaklaşım biçimi olayları bir bütün içinde değerlendirmemize de izin verecektir. Yaklaşım biçimi öncelikle belli bir tarih ve toplum görüşüne bağlılıktır ve tarih olayları önünde sınanacaktır. Bu yaklaşım, eldeki açıklamaların tümüyle dışında değildir. Tümüyle dışında değildir ama varolan açıklamaları aşışı ayrıntı düzeyinde kalmayacak, tarihe gerçek anlamını kazandıracaktır.


Türk tarihi Batı açıklamalarıyla uyuşmamaktadır. Bunun en önemli göstergelerinden biri, Türk toplumunda Batı benzeri sınıfların yokluğudur. Bu önemli bir özelliktir. Çünkü Batı tüm gelişmeleri sınıflar üzerine kurduğu kuramlar aracılığıyla açıklamaktadır. Bir kısım açıklamalar sınıf çatışmasına, bir kısım açıklamalar ise belli sınıflara tanınan özellik ve üstünlüklere dayandırılmaktadır. Türkiye’de Batı benzeri sınıfların yokluğuna başkalarınca daha önce de değinilmiştir ama Türk tarih ve toplumunun özelliklerini tanımak amacıyla değil, Türk tarih ve toplumu ile ilgili marxiste yaklaşımları engellemek, yasaklamak içindir. O nedenle de bu açıklamalar verimli olmaktan uzaktır. Batı’da konu belli bir nedenle gündeme getirilmiş, tarih ve toplum gelişmelerini tanımlamak için bize belli bir sınıf tanımı verilmiştir. Sınıfları saptamanın en kestirme ama yetersiz yolu toplum içinde elde edilmiş konum ya da zenginlik farklarını ölçü olarak almaktır. Bu yolla toplumlar arası benzerlikler, yanıltıcı paralellikler kurmak olasıdır. Yine birtakım yazarlar marxiste açıklamalara set çekmek, bir başka takım yazarlar da aradaki farkı belirtebilmek için sınıf yerine toplum tabakalarından ya da kastlardan söz  etmektedirler. Sınıfın bizi ilgilendiren yönüyle en önemli özelliği topluma ve dolayısıyla tarihe yön verebilmesidir. Buna karşılık toplumun kuruluş ve işleyişinin gereği toplumda bir yapılanma, işbölümü ve görev dağılımı ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu ortaya çıkan toplum kesitleri topluma yeni bir yön, yeni bir dinamizm ve denge kazandırma değil, aksine kurulu düzenin denge ve dinamizmine süreklilik kazandırma rolünü üstlenmişlerdir. Bu açıdan Doğu’da tarih boyunca sınıf nitelemesini hak etmiş toplum kesitlerinden söz edebilmek güçtür. Doğu’da sınıf yokluğu nedeniyle herhangi bir yeni atılım ve gelişme olmadığı, böyle bir olanağın bulunmadığı belirtilmektedir. Bu nedenle Doğu toplumları kapalı, durgun, tarih-dışı toplumlar olarak tanımlanmaktadır. Bu görüş Doğu toplumlarının gelişmeye açık olmadığı önyargılarına da dayanak olmaktadır. Sınıflı toplum kavramı ile Batı kendini tarihin yaratıcısı olarak gösterecek, Doğu’da sınıfların olmaması dolayısıyla bu toplumlar tarihsiz toplumlar olarak gösterilecektir.

Gerçekte Doğu toplumlarında gelişmenin kaynağı toplum parçaları, toplum kesitleri değil, toplum birliğidir ve bu birlik de Devlet aracılığıyla mümkün olabilmiştir. Çözümün ve çözüm arayışının ilk ve en açık belirtisi siyasettir. Doğu’da Devlet toplumun kendi ilişkileri içinde çözemediği sorunlara yanıt getirmiştir. Esas değişme, gelişme siyaset düzeyindedir ve çözümün, çözüm arayışının ve gelişmenin kaynağı Devlet aracılığıyladır. Tepeden inme inkılapçılık görüşleri de Devlet’in bu özelliğiyle ilgilidir. Buradan bizim darbeci girişimleri desteklediğimiz sanılmasın. Devlet eliyle toplum çıkarının kollanması ve geliştirilmesinde herhangi bir olumsuz yön görmediğimiz gibi, toplum çıkarını temsilden uzaklaşıp topluma yabancı değerlerin tepeden dayatılmasını da onaylamamız söz konusu olamaz. Açıklamamız Batı örneğinde de geçerlidir. Feodalizm örneğinde sınıflar toplumun kuruluş ve işleyiş gereği olarak toplumda belli bir yapılanma ve görev dağılımı rolünü üstlenmişlerdir. Herhangi bir sıçramayı bünyelerinde taşımamışlardır. Batı tarihinde verili düzen içinde önemli çıkar uyuşmazlıklarına, köylü ayaklanmalarına karşılık yeni bir düzene yol açacak bir çatışmaya tanık olunmamaktadır. Aksine burjuva sınıfı mevcut ilişkiler dışında getirdiği çözüm ile öncülük görevi üstlenmiştir. Nereden çıktığı belli olmayan, mevcut üretim ilişkileri içinde ağırlığı olmayan burjuvazi bu ilişkiler ile çatışma içine girerek, kendi iktidarını toplumlar arası ilişkilerde kurmuş olduğu yeni dengeye dayandırmıştır. Geleneksel egemen güçler yeni gelişmeler önünde etkisiz kalmıştır. Bu nedenle gerçekte Batı tarihi ve burjuvazinin ortaya çıkışı da yeni bir açıklamaya muhtaçtır. Burjuvazinin ortaya çıkışı Batı toplumunun kendi doğal gelişmesinin bir ürünü değildir. Batı’da tarih ve toplum gelişmelerini tanımlamak için öne çıkarılan sınıfların rol ve görevleri, sınıfsal yapıda ortaya çıkan değişiklikler ve belli sınıfların öncülüğü bir başka biçimde açıklanmalıdır. Türk tarihinde Batı benzeri sınıfların yokluğu da bu anlamda önem taşımaktadır.

Türk tarihinin Batı açıklamaları ile uyuşmayan bir diğer yönü de tarihin dönemlendirilmesindeki uyumsuzluktur. Batı kaynaklı genel tarih dönemlendirmesi belli bir biçimdedir. Eski Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ayrımı getirilmektedir. Bu üçlü ayrım yaygın bir tarih dönemlendirmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizde de benimsenen ve üniversitelerimizde tarih bölümü ana bilim dallarına temel oluşturan bir dönemlendirmedir. Orta öğretimde de öğretilen bu tarihi dönemlere ayıran anlayış belli bir toplumsal gelişme kuramının ürünüdür. Ama Türk tarihi ile ne ölçüde örtüştüğü tartışmalıdır.  Dönemlendirme Batı toplumlarında görülen üç aşamaya tekabül etmektedir (Sosyolojide görülen üçlü veya daha fazla dönemlendirmeler de aynı gelişme çizgisinin dışında değildir). Belli ölçüde de Batı gelişmesini bize tanıtmaktadır. Her dönem süresince belli bir denge söz konusudur ve önemli bir değişiklik yoktur, dönem değişiklikleri dengenin bozulmasını göstermektedir. Eski Çağ, Orta Çağ ve Yeni Çağ dönemlendirmeleri kölelik, feodalizm, kapitalizm karşılığı olarak Batı toplumlarının tarihi gelişme aşamalarını göstermektedir. Belli ölçüde dedik. Bu dönemlendirmede Batı tarihi sınırları içinde kalınmış olsa bile Yeni ve Yakın Çağlar bölünmesini açıklayabilmekte güçlükler bulunmaktadır. Yine Orta Çağın sonu feodalizmin de sonu anlamını taşıması gerekirken (aynı mantıkla feodalizmi çağrıştıran belli kurumların Batı-dışı toplumlarda görülmesi o toplumların Orta Çağ toplumu suçlamasına neden olmaktadır) feodalizmin Batı’da kesin tasfiyesi genelde Fransız devrimi ve sonrasındadır. Diğer bir deyişle Yeni Çağ ile neyin aşıldığı ve Yeni Çağ ile Yakın Çağ arasındaki dönem tartışmalıdır. Dünya egemenliğinin kazanmış olduğu her yeni biçim ve denge, bu yeni biçimin süreklilik gösterebilmesi için belli bir mücadeleyi de ortaya çıkarmıştır. Batı tarihinde bir dönemden öbür döneme geçiş belli nitelik değişikliğine neden olmaktadır. Başka deyişle bu değişiklikler belli toplum aşamalarına denk düşmektedir. Ancak aynı nitelik değişikliklerine, toplum aşamalarına Türk tarihinde tanık olmak mümkün değildir. Bunun farkına varılmasının belki bir göstergesi, Osmanlı tarihinin ayrı bir dönemlendirilmesine gidilmesidir. Osmanlı tarihi kuruluş, yükseliş, duraklama, gerileme, yenileşme olarak dönemlendirilmektedir. Bu dönemlendirme Batı tarih dönemlendirmesinden ayrı bir gelişmeye işaret etmektedir. Ama bazı tarihlerde kesişme söz konusudur. 1453 hem Yeni Çağın, hem de Osmanlı’da yükseliş döneminin başlangıcıdır. Elbet bu bir rastlantı sonucu değildir. Buradan Batı tarih dönemlendirmesinin evrensel olduğu sonucu çıkarılmasın. Ancak Batı’yı da kapsayan bir dünya tarihi açıklamasında bu kesişmenin gerçek anlamını bulması mümkündür. İstanbul’un fethi dünya tarihi için önemli bir olaydır, ama aynı olay Batı tarihi içinde ayrı bir anlam ifade etmektedir. Toplumların farklı kimlik ve çıkarlarının yol açtığı çatışma ve çelişkiler sonucu toplumlar arası ilişkiler gelişmektedir. Farklı kimlik ve çıkarlara rağmen taraflar kendi serüvenlerini aynı olay içinde, toplumlar arası ilişkilerde kazanmışlardır. Batı tarih dönemleri veya örgütlenme modelleri Doğu-Batı çatışmasının aldığı biçim üzerine kuruludur. Bu ilişkilerde Batı’nın rolünün değişmesi büyük yapı değişikliklerine neden olmaktadır. Batı toplum örgütlenmesinde görülen değişiklikler toplum gelişmesinin doğal bir uzantısı değildir. Bu nedenle XIX. yüzyılda Batı’da görülen yeni gelişmeler temeli gereği geleneksel toplum yapısının dışında ve geleneksel yapıyı yıkarak gerçekleşmiştir. Aynı çatışma Türkiye’deki gelişmelerin de kaynağıdır. Türkiye bu çatışmada kıyı bir konumda değildir. Buna karşılık Batı tarihinin dönemlendirilmesi ile Türk tarihi dönemlendirilmesi uyuşmamaktadır. Bu bir çelişkidir. Bu çelişkinin açıklaması, daha doğrusu açıklama var, çelişkinin gündeme getirilmesi gerekir. Ancak bunun yerine belli önyargılarla Türk toplum ve tarihine suçlamalar getirilmektedir. Getirilen açıklamalarla Türk toplumu tarih dışına itilmekte veya Batı tarihi dışında kalmış kenarda bir aktör olarak görülmektedir.

Batı eksenli tarih anlayışı Batı’nın bazı olayları yönlendirdiği, biçimlendirdiği görüşünün ürünüdür. Batı-dışı toplumların gelişme çizgilerini de Batı tarihi dönemlerine oturtarak tarihi Batı ekseni çerçevesinde açıklamayı amaçlamaktadır. Böyle bir yaklaşımın kendi sorunlarımızı  anlamamıza ve kendi tarihi birikimimizi değerlendirmeye ne kadar izin vereceği soru konusudur. Batı eksenli bu bakış açısının çeşitli sonuçları vardır. Bunların başında Batı-dışı ülkelerin geri kalmışlığı görüşü gelmektedir. Buna ek olarak Batı-dışı ülkelerin ayrıca Batı’yı izlemek ve Batı modelini benimsemekten başka bir yolu olmadığı yargısına varılacaktır. Böylesi bizim açımızdan kabulü mümkün görülmeyen sonuçların dışında Batı eksenli gelişme çizgisi, Batı tarih dönemlendirmesinin evrenselliği konusu bizzat bazı sorunlar taşımaktadır. Batı tarih aşamalarının evrenselliği, özellikle günümüz Batı toplum modelinin tüm dünyanın tartışmasız benimsemesi gereken model olduğu savına dayanmaktadır. Batı toplum modelinin tek model olduğu yargısı öbür toplum modellerine yaşam hakkının tanınmayacağı anlamına da gelmektedir. Batı tarih dönemlendirmesinin evrenselliği de bu savı desteklemek amacıyla ortaya atılmıştır. Ama buna karşılık yalnızca feodalizme bir yaygınlık kazandırılmaktadır. Çeşitli tanımlamalarla göçebe feodalizminden askeri feodalizme kadar aklınıza gelebilecek her türden feodalizmle feodal aşamanın evrenselliğinden kuşku duyulmamaktadır. Buna karşılık kölelik ve özellikle kapitalizm Batı tekelindedir. Kölelik olarak değil ama Yunan uygarlığı olarak söz konusu aşama Batı’ya ait biricik ve benzeri olmayan olay olarak tanıtılmaktadır. Kapitalizmin evrenselliği ise Batı-dışı ülkelerde ancak az-gelişmişlik biçimindedir. Bu anlamda kapitalist aşama da Batı tekelindedir. Elbet burada Japonya bu açıklama dışında gibi görülmektedir. Japonya’nın varlığı Batı tarih açıklamalarının çürütülmesi tehlikesi önünde Batı açıklamalarının evrenselliğini kanıtlamak için öne sürülmüştür. Önce Rusya’nın Asya içlerinde ilerlemesine engel olmak amacıyla İngiltere’nin desteği ile çok önemli gelişmelere yol açmış bulunan 1905 Rus-Japon savaşı ile Japonya öne çıkarılacaktır. Arkasından II. Dünya Savaşı sonrasında Çin’in sosyalizmi seçmesi karşısında Japonya’ya Batı tarafından yeni bir görev verilmiştir. İki atom bombası yemiş, Batı’ya hiçbir karşı çıkma gücü kalmamış Japonya Batı-dışı toplumlara Batılılaşmanın örneği olarak gösterilecektir. Japonya Doğu’da Batılılaşmış tek ülkedir. Ancak Çin karşısında Doğulu bir toplum olarak kalabilmesinin önemi nedeniyle Japonya’ya Doğulu görüntüsü veren özelliklerinin folklorik düzeyde korunmasına izin verilmiş, dahası yüreklendirilmiştir. Buna karşılık Türkiye’de tarihte kazanılmış özelliklerimizin bir suçlama nedeni sayılması üzerinde dikkatle durulması gerekmektedir. 11 Eylül olaylarından sonra yakın bir gelecekte Yakın Doğu ülkelerinin kimliklerini anımsatacak her özelliğin bir suçlama nedeni sayılması ile bu durum bizim açımızdan daha da çarpıcı sonuçlara gebedir. Batı tarih dönemlendirmesi Türk toplumunun tarihteki serüvenini anlamamıza izin vermediği, Türk tarihi ile örtüşmediği gibi aksine önemli sorunlara neden olmaktadır. Bu durumda toplum dinamiğini ortaya çıkarmada belli güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Tarihimizi değerlendirmeyen bu kavram ve kuramlar günümüz olaylarını anlamamıza izin vermediği gibi toplumumuzun güç ve yeteneğinin ortaya konulmasını da amaçlamamaktadır. Toplum ve tarihin kaynağı ilişkilerdir. Türk toplum ve tarihinin önemi ve üstünlüğünü bu ilişkiler içinde ele alarak değerlendirmek gerekmektedir. Sosyolojinin tarih bilgilerinden yararlanması öncelikle toplum açıklama modellerinin oluşturulması ve toplum olayları ile buna bağlı tarih dönemleri arasındaki ilişkilerin toplum yasaları, olaylar arasında düzenli ilişkiler biçiminde ortaya konmasıyla mümkündür.

Ayrıntılar üzerinde durmak istemiyoruz. Çalışmalarımız sırasında sıkça değinildi. İnsanoğlu, doğayla doğrudan ve kendiliğinden kurduğu ilişkilerin gereksinmelerine yanıt vermemesi, yaşamını sürdürmesine izin vermemesi sonucunda kendi gücüyle ve başka insanlarla kurduğu ilişkilerle doğa karşısındaki eksikliklerini kapatma yoluna gitmiştir. Bu ilişkiler toplumun kaynağını oluşturmaktadır. Toplum biçiminde yaşam tarihi bir olaydır, toplum Tanrı yazgısı olmadığı gibi toplumu içgüdü ile açıklamak da mümkün değildir. Toplumun sınırını çizen, ona özelliklerini kazandıran ilişkiler sorunlarının çözümü ile ilişkilidir. Bu ilişkiler canlı, dinamik ilişkilerdir. Bir kez ve değişmez biçimde topluma dışarıdan verilmiş değildir. İnsan çabasının ürünüdür. İnsan toplum yaşamına etkin bir biçimde katılmakta, ilişkilerde etkin bir rol oynamaktadır. Bu nedenle bu çabanın sonucu toplum ilişkileri biçim değiştirebilmiş ve yeni bir yön kazanabilmiştir. Toplum belli sorunları aştıkça yeni sorunların gündeme gelmesi ya da daha önce geri planda kalmış sorunların ön plana çıkması, bu sorunların çözülmesi için yeni ilişkileri gerektirmiştir. İlişkilerde görülen bu gelişme tarihin de kaynağıdır. Aynen ve durmadan yinelenen ilişkiler zinciri içinde zaman boyutunu yakalamak, kavramak olanağı bulunmamaktadır. Ancak insanoğlu yaşadığı deneylerden gerekli sonuçları çıkarmıştır. Tarihte sorunların çözümü hep bir üst düzeyde gerçekleşmiştir. Her yeni çözüm de eski ve bilinen sorunların çözümünü içermektedir. Böylece tarih başıboş, rastlantısal, anlamsız bir hareket değildir. Belli bir birikimi, zenginleşmeyi içeren, ilerlemeye açık bir süreçtir. Tarihi gelişme ve birikim hiç kimsenin karşı çıkamayacağı bir gerçekliktir. Üst düzey ilişkiler öbür ve alt düzey olayları kavramaya izin verdiği gibi, bu olayların aşılmasına ya da yeni bir anlam kazanmasına da yol açmıştır. Genel kavramlardan somut kavramlara, bütünden özele ve tekile giden yöntemin toplum bilimlerinde tek geçerli yöntem oluşu da boşuna değildir. Fizik ya da doğa bilimlerinde belki parçalardan bütüne gitmek, bütünün bilgisini elde etmek mümkündür ama toplum olaylarının anlaşılmasında bütünü kavramamıza izin verecek kuramdan yoksunluk gerçekleri tüm boyutlarıyla kavramamıza engel oluşturmaktaır.

Sosyolojide ve toplum bilimlerinde küçük birimlerden, ayrıntılardan yola çıkarak belli sonuçlar çıkarma çabası da sonuçta bütünsel kuramdan bağımsız değildir. İlişkilerin çok yönlü ve karmaşık olması nedeniyle toplum olayları ancak bütün ile olan ilişkilerinde gerçek anlamını bulabilir. Sosyoloji bu yönde bir çaba olmasına karşın bu çabası çok genel ve soyut düzeyde kalmıştır. Getirilen kalıpların Türk toplum ve tarihi ile uyuşması mümkün değildir. Bütünü elde etmemize izin veren kuramlar soyut ve mutlak değerler veya bizim kendilerine önem atfettiğimiz değerler üzerine değil, toplum yaşamında ve tarihin akışında en üst düzey ilişkiler üzerine kurulu olmayı gerektirir. Bu açıdan Batı tarih kuramlarının en önemli sakıncası açıklamalarını toplumla ve Batı ile sınırlı tutmuş olmasıdır. Batı kendi lehine kurulu dünya dengesini mutlaklaştıran görüşleri belli gerçekler olarak sunmaktadır. Toplum üzerinde etkinlikten de bu anlaşılmaktadır. Toplum gerçeği Batı çıkarları ile sınırlı, doğrudan ilişkilerin mümkün olduğu düzeyde ve olanaklar ölçüsünde ele alınmaktadır. Olaylar yanında olaylara bakış açısı da sınırlıdır. Toplum kesitleri ve toplumlar arası farklılaşmanın belirginleşmesi, bu farklılaşma ve çıkarlara uygun bilgi üretilmeye koşulunması sosyolojinin de sorununu oluşturmaktadır. Bu bir eksikliktir, aynı zamanda günümüz güç dengesi içinde sonuçları itibariyle bizim kabul edebileceğimiz bir görüş değildir. Biz Batı tarihini de kapsayacak bir dünya tarihi açıklamasını amaçlıyoruz. Gelişme çizgilerinin çeşitliliğe rağmen dünya tarihinin birliği vazgeçemeyeceğimiz bir gerçekliktir. Son dönemde Batı dünya egemenliği toplumlar arası ilişkilerin doğal gelişmesinin değil, Batı dayatmalarının bir ürünüdür. Bu dayatma sırasında Batı’nın kendi açıklamalarını dayatması garipsenmemiş, önemli bir karşı çıkışa yol açmamıştır. Ama dayatmalardan istenilen sonuç alınınca açıklamalar Batı için de benimsenir olmaktan çıkmıştır. Batı, bugün kendi açıklamalarıyla birlikte dünya egemenliğini de tartışma konusu yapabileceği için ve temel sorunlara karşılık getirmede güçlüğü nedeniyle yeni ve geçerli açıklama aramak yerine bütüncü kuramlara sırt çevirmektedir. Batı’da yeni bir aşama, sıçrama yapacak bir toplum kesiti veya toplumun görülmemesi de bu tutumunun sosyolojide yaygınlaşmasına neden olmaktadır.

Türk tarihinin geniş kapsamlı, bütüncü bir dünya ve tarih görüşünün elde edilebilmesi için çok önemli bir üstünlüğü bulunmaktadır. Bunun nedeni Türklerin tarihte en üst düzeyde ilişkilere katılmış olmalarıdır. Türk toplum ve tarihinin üstünlüğü ve önemi de buradan kaynaklanmaktadır. Batı’nın tarih açıklamalarında ölçü olarak kullandığı birim toplumdur ve bu, Batı için geçerli belli bir toplum modelidir. Böylece Batı eksenli ve Batı ile sınırlı bir açıklama elde edebilmektedir. Bu açıklamada öbür toplumlara gerek duyulmamaktadır. Tarihteki gelişmelerde başka toplumların rolü ve ağırlığının bulunabileceğinin düşünülmesine bile tahammülsüzlük gösterilmektedir. Batı’da feodalizmin temelinde Cermen akınları ve etkisinden söz edilmesine yurdumuzda bile gösterilen tepkileri anımsayalım. Oysa toplumların tarih içindeki yerlerini, kimliklerini, çıkarlarını ve dolayısıyla toplum içindeki ilişkilerini belirleyen şey toplumlar arası ilişkilerdir. Ve toplumlar arası ilişkiler içinde toplumlara gerçek yerlerini kazandıran toplumlar arası çatışmalardır. Türkler tarih içinde önemlerini toplumlar arası ilişkilerde kazanmışlar, önce yerleşik-göçebe çatışmasında, daha sonra ise Doğu-Batı çatışmasında yer alarak dünya tarihinde önemli bir rol oynamışlardır. Bu, Türk toplum tarihinin, ona farklılık ve üstünlük kazandıran en önemli özelliğidir. Türkler yalnızca önemlerini değil kimliklerini de bu ilişkiler içinde kazanmışlardır. Türklerin kendi kimliklerini açık biçimde ortaya koydukları ilk metin, Orhun yazıtları, yerleşik uygarlıklarla, Çin ile olan ilişkilerini konu almaktadır. Türklerin Anadolu’daki serüveni de Bizans ile giriştikleri savaşlarla başlamaktadır. Haçlı Seferleri Türklerin Yakın Doğu’da ayrıcalıklı bir yer kazanmasına yol açmıştır. Osmanlı dönemi Batı ile aralıksız süren savaşlar tarihi olarak süreklilik göstermiştir.

Toplumlar arası ilişkilerde belirleyici olan Doğu-Batı çatışmasında yer almak olmuştur. Bir yerde bu, tarihte gelişmeyi izleyen toplumların ortak özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Ama yine de biz Türklerin bu çatışmada çok özel bir konumu bulunmaktadır. Osmanlı döneminde bir dünya imparatorluğu sahibi olarak bu ilişkileri denetleyen ve yönlendiren konumda bulunduk. Bu konumu çok eski tarihlerde değil, yakın bir geçmişe kadar sürdürdük. Söz konusu ilişkilerin en geniş boyuta ulaştığı ve geçmiş deneylerin birikimine de sahip olabilme imkanının bulunduğu bir dönemde Osmanlı ağırlığını sürdürmüştür. Bu açıdan Osmanlı deneyi Roma deneyiyle karşılaştırılamayacak üstünlüklere sahip bulunmaktadır. Osmanlı Doğu-Batı çatışmasına etkin olarak katıldığı gibi, bu çatışmanın gerçekleriyle yüzleşmekten kaçınması için de herhangi bir neden bulunmamaktadır. Osmanlı, toplumlar arası ilişkilerde, Doğu-Batı çatışmasında etkinliğine karşın bu etkinliğini öbür toplumları sömürmek için kullanmamış, aksine üretici halkları korumak, mazlum ulusları savunmak için kullanmıştır. Günümüzde Batı kazanmış olduğu tüm üstünlüğe ve bugün karşısında herhangi bir güç bulunmaz görünmesine karşılık tarihle gerçek bir hesaplaşmadan kaçınmakta, günümüzde sınırlı tutulan küreselleşmeyi tarihe taşımaya yanaşmamaktadır. Oysa bu konuda Türkiye’nin hiçbir çekincesi bulunmamaktadır. Gerçekte olayların açıklamasını bu düzeyde aramak gerekmektedir. Batı günümüzde mevcut dünya egemenliğini verili olarak kabul edip temel çatışmayı tartışmaktan kaçınmaktadır. Toplumların ayrı gelişme çizgileri dünya tarihi çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu dünya tarihinin zenginliğini oluşturmaktadır. Batı iç çelişkilerinden yola çıkarak dünyada görülen gelişmeleri açıklamadaki güçlüklere karşılık Doğu-Batı ilişkilerindeki gelişmeler yalnızca Türk tarihini değil, Batı’nın tarihte geçirdiği aşamaları ve Batı tarihi içinde açıklanması sorun olan olayları da anlamamıza izin vermektedir. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yapılan bir çok çalışma bu yöndedir. Türk tarihinin ve özellikle Osmanlının kendi özelliklerinden yola çıkarak getirilen açıklama çabası sosyolojimiz için yaşamsal bir önem taşımaktadır.

Tarih tüm toplum bilimlerinin temelini oluşturmaktadır. Bizim düşüncemiz bu yöndedir. Tarih özel bir ilgi alanı değildir, tüm toplum olaylarının biçim ve özelliklerini kazandığı insanlığın ortak deneyidir. Bu nedenle tarih sonuçları yalnızca kendisi ile sınırlı değil, tüm toplum bilimlerine açıklayıcı bir temel sağlamaktadır. Bu nedenle doğru tarih bilgisi toplum olayları üzerinde insanoğlunun gerekli denetim ve etkinliği sağlamasına imkan vermektedir. Batı, günümüzde elde etmiş olduğu etkinlik ve olaylar üzerindeki denetimini yeterli bulabilir. Dahası bu etkinliği başkalarıyla, başka deyişle tüm insanlıkla paylaşmak istemeyebilir. Bu nedenle de tarih biliminde gerekli sıçramanın yapılmasına gönüllü olmayabilir. Oysa Türkiye’nin olaylar ve doğa üzerinde insanlığın gerçek denetim ve egemenliğinin kurulmasından çekinmesini gerektirir herhangi neden yoktur. Aksine bugün karşılaştığı sorunlarını böylece aşmak olanağına kavuşabilecektir. Günümüzdeki konumu buna izin verdiği gibi tarihteki konumu da doğru açıklamaların elde edilebilmesinde önemli üstünlüğünü oluşturmaktadır. Türk toplumu tarihte gelişmelere yön veren temel olaylara katılmış, bu olayların sonuçlarına tarihinde çok yakından tanık olmuştur. Türk toplumunun önemine inandığımız gibi, Türk tarihinin incelenmesinin de önemine inanmaktayız. Tarihin doğru yorumlanması geleceğimizi biçimlendirmemiz açısından öncelik taşımaktadır. Türk tarihi bu açıdan büyük olanaklara sahiptir. Tarihçilerimize ve toplum bilimleriyle uğraşanlara düşen görev, kendilerini getirilmiş sınırlılıklara tutsak kılmadan tüm insanlığa geçmiş değerleri, deneyleri kazandırmaya koşulmaktır. Egemen tarih anlayışını Türk tarihinden örneklerle resimlendirmek, çeşitlemek kolay, dışarıdan övgü almaya elverişli bir yoldur ama bizim açımızdan verimsiz bir çabadır. Ve bu tür bir yaklaşım toplumumuzu ve tarihimizi ikincil bir önemde kalmaktan kurtaramayacaktır. Alışılmış kalıpların dışına çıkmak, kuramsal ve kavramsal donanımımızı yeni baştan kurmak, soruları yeni baştan sormak durumundayız. Bu zor bir çabadır. Bu zorluk nedeniyle arayışlarımız sırasında yanılgılara da düşebiliriz. Ama Türk tarihinin kendisi bu zorlukların aşılabileceğini kanıtlamaktadır. Sonunda başarı kaçınılmazdır. İnsanlık günümüzdeki adaletsizliği hiçbir biçimde hak etmemektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder